IŞİD/DAEŞ, Suruç katliamının ardından Kobane’de yaptığı saldırıyı üstlendi, ama Suruç katliamını üstlendiğine dair hiçbir emare yok. Aynı şey HDP’ye yapılan diğer bir saldırı için, Diyarbakır saldırısı için de geçerli.
Buna rağmen devlet adına yapılan açıklamalarda derhal DAEŞ suçlandı, eylemci derhal tespit edildi. Eylemi gerçekleştiren canlı bombanın olay yerinde bulunan nüfus cüzdanı, onun kim olduğuna dair bir işaret, yoksa DAEŞ mensubu olduğuna ya da DAEŞ’in talimatıyla hareket ettiğine delil teşkil etmez. Aynı zamanda da “zanlının tespiti”ni kolaylaştırma, bir delil bırakma talimatı aldığını gösterir.
Kesin olan, HDP’nin de açıkladığı gibi, Suruç katliamında hem siyasal iktidarın hem de ona bağlı kurumların koruma görevini yapmama açısından ihmal sorumluluğu olduğu. Fakat bunun dışında, ortalık basbayağı dezenformasyon ve “faili meçhul” kokuyor.
Hem AKP liderliğinin/medyasının, hem de Bahçeli’den Perinçek’e diğer milliyetçilerin HDP’yi ve Suruç katliamının kurbanlarını suçlamasına da dikkat etmek gerekir. Her biri “psikolojik savaş” talimatnamelerine uymaktalar. [1]
Demirel, 1990’larda öldürülen Kürt gazeteciler ve Kürt coğrafyasında devletin belirlediği sınırlar dışında habercilik yapan gazeteciler için, “Bunlar gazeteci kılığında militanlar, birbirlerini vuruyorlar” demişti. Türk-İslamcı cenahın, “derin devlet”in, 1990’lardaki sözlerine yeni bir söz eklemeleri beklenemez elbette. Ya da İsrail sağının Filistinlilere yaptıkları zulmün faturasını yine Filistinlilere çıkartmasından daha farklı bir söz.
1990’ların heyulası
1990’larda Kürt coğrafyasındaki dehşet verici şiddet, Kürtlerin iktidara kafa tutuğu her yeri köy boşaltma, faili meçhul, kaybetme ve işkenceyle damgalama stratejisiydi. “Derin devlet”in gizemli şiddeti, tek tek kişileri öldürmekten ziyade, Kürt halkını şiddetle damgalamayı, tecrit etmeyi, siyasal alanın dışında tutmayı amaçlıyordu.
Bunu yaparken, devlet adına iktidar kullanan olağanüstü hal egemenleri, şiddetin etkisini olguları karanlık bir perde ardında bırakarak çoğaltıyorlardı.
AKP ve onun olağanüstü hal aygıtı, “çözüm süreci”ne paralel olarak, 2010’larda 1990’ların bakiyesi üzerinden siyaset yapacaktı. AKPli bakan Eker, daha Ocak 2010’da, BDP’li siyasetçilerin kelepçeli fotoğrafları servis edildiğinde, verdikleri mesajı anlamayanlar varsa diye izah etmek zorunda hissedecekti kendini: “JİTEM onları öldürüp köprü altına atıyordu. Kelepçeye şükretsinler.”
Erdoğan’ın 2011’de Roboski katliamı üzerine verdiği beyan da, bir 12 Eylül cunta lideri kadar bir Olağanüstü Hal Valisi vakarındaydı: Roboski’yi “Zorla gündemde tutanlar terör örgütü ve uzantılarıdır. Samimi olmadığı ortadadır. İstismara dönüştürmenin gayreti içinde olanlar vardır.” [2]
HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde yeni bir sözle ve siyasal projeyle gelmesi, 1990’lar heyulasını daha bariz olarak canlandırdı. Artık AKP liderliği ve medyası, gerçekten de 1990’ların ezberlerini tekrar ediyor, HDP’yi açıkça hedef gösteriyorlardı. Hizbullah cinayetleri yeni bir mizansenle ortaya kondu; uluslararası seçim gözlemcileri korucular tarafından ölümle tehdit edildi. Olağanüstü hal inşa ediliyordu.
Tam HDP’ye karşı bir seçim taktiği olarak halkın tahrik edileceği ve 1990’ları andıran kitlesel olaylar çıkartılacağı spekülasyonları yayılmışken, Diyarbakır mitingine bombalı saldırı yapıldı. Bir fail tutuklandı, ama karanlık perdesinin arkasında kalacağı anlaşılıyor.
Suruç katliamında “faili meçhul” olan
1990’larda olağanüstü hal muktedirleri Kürt aktivistlerinin karşısına Hizbullah’ı çıkartmıştı. Faili meçhul cinayetler, Hizbullah’a yüklenerek perdelendi. Hizbullah olduğu için faili meçhul cinayetler vuku bulmuyordu, faili meçhul cinayetler vuku bulsun diye Hizbullah vardı ve Hizbullah olsun olmasın, gündüz gözüyle, polis dahil pek çok tanığın gözü önünde ardı ardına gerçekleşen cinayetler, faili meçhul kalıyordu.
Anlayana bunda bir mesaj vardı ve Kürt aktivistler bunu bütün serahatiyle görüyordu. Faili meçhul cinayetler, daha sonra devlet içinden de teyit edileceği (örneğin Susurluk raporu, şimdilerde ortaya çıkan “Kürt işadamları ölüm listesi” konusundaki bilgiler) ve AİHM duruşmalarında açıkça ortaya konacağı gibi, olağanüstü hal uygulamalarıydı. Türkiye coğrafyasında taşeronluk yapacak pek çok gönüllü vardı.
Şimdi Suruç katliamı da, ikili bir olağanüstü halin, muktedirlerin kendilerini hem Suriye’de hem de Türkiye’de Kürtlerle savaş içinde hissettiği bir haleti ruhiye içinde vuku buldu.
Diyarbakır ve Suruç katliamlarından DAEŞ’i suçlamak için olduğu kadar, katliamları planlayanın, hatta tatbik edenin DAEŞ olmadığını düşünmek için de nedenler var.
AKP liderliği ve medyası, Kobane’den beri ve özellikle Tel Abyad’ın düşmesinden itibaren, DAEŞ’i (Yasin Aktay’ın sözleriyle) bir Büyük Akıl’ın maşası, AKP ve AKP’nin Suriye siyasetine karşı ileri sürülmüş bir piyon olarak niteliyor. DAEŞ’e açıkça karşı tavır almaları, bu çeteyi Suriye Hükümeti ve Suriye Kürtlerinin partisi PYD ile işbirliğiyle suçlamalarının ardından geldi. DAEŞ’i, Suriye’deki “cihatçı” çetelerden teşkil edilen ve Suudi-AKP koalisyonu adına vekaleten savaş yürüten Ceyş el-Fatah’la ve Nusra Cephesi ve diğer El Kaideci unsurlarıyla çatışmaya girmekle, hatta katliamlarındaki hadsizlikle kendini “şeytanlaştırmakla” suçluyorlar.
Ama öyleyse, DAEŞ AKP’nin liderliğindeki Türk-İslamcı rejime karşıysa ve PYD ile işbirliği yapıyorsa, Kobane’ye oyuncak ve kitap taşıyan, AKP’nin hedef gösterdiği, Suruç’taki en tutarlı olağanüstü hal uygulamalarına hedef olan bir gençlik grubunu neden hedef alsın? Kendisine karşı savaş ilan eden ve mensubu olduğu teröristlerden bazılarını tutuklayan bir hükümet aygıtını ya da onun savaş çığırtkanlarını hedef alması daha beklenebilir bir sonuç olmaz mıydı?
Hem Diyarbakır saldırısında hem de Suruç katliamında zanlıların gözaltına alındıktan veya takip edildikten sonra bırakılan, Suriye’de savaştıkları alenen bilinen kişiler olmasında gözümüze sokulan bir şeyler yok mu?
Hem neden DAEŞ olsun? Taşeron veya değil, bu şahısların bağlantıları DAEŞ’ten ziyade Ceyş el-Fatah’ı ya da El Kaideci unsurlarını işaret etmez mi?
Hukuksal aktivizm ihtiyacı
Ama bütün bunlar, müesses “kanun ve nizam” usulleri yoluyla değil, hukuksal aktivizm sayesinde aydınlığa kavuşabilir ancak. 1990’ların faili meçhul cinayet davaları, Türkiye mahkemelerinde değil, AİHM tarafından açıklığa kavuşturuldu.
Fakat Gezi protestolarındaki cinayetler ve kasıtlı yaralamalar hakkındaki davalar ilerlemiyor, beklendiği gibi.
İnsan hakları aktivistlerinin, Suruç katliamını planlı programlı bir şekilde yargıya taşıması, yargı süreçlerinin etkin bir şekilde yürümediğinin kanıtlandığı (ve bunun olacağını biliyoruz) ilk noktada önce Anayasa Mahkemesine, Anayasa Mahkemesi’nin davayı reddetmesinin ardından da AİHM’e taşıması gerekiyor.
Benzer katliamların tekrarlanması tehdidine karşı aciliyet taşıdığı kadar, Suruç’ta yitirdiğimiz insanlarımıza ve ailelerine karşı bir görev bu. (YA/EKN)
[1] İsrail Hükümeti ve sağcı basını da, 2003 yılında Gazze’de iş makinalarıyla öldürülen Uluslararası Dayanışma Komitesi aktivisti Rachel Cory’yi suçlayacaktı. Rachel’in ailesinin İsrail ordusuna açtığı davayı 2012de reddeden İsrail’li yargıç, Rachel’in kendi ölümünün tek müsebbibi olduğunu söyleyecekti. Siyonist lobinin medyadaki temsilcileri, Rachel’in katline dair suçlamalar karşısında, Rachel’in eylemlerinin kurbanlarının İsrail’li çocuklar oluğunu ve onlar hakkında hiçbir uluslararası kaygı olmadığını söyleyecekti. Bilindik bir taktik. İsrail ordusu, Rachel’in Filistinlilerin evlerinin yıkılmasına direnmesini, ‘Filistinli teröristlere’ kalkanlık yapmak olarak niteleyecekti. Rachel, ölmeden önce Gazze’de çocuklarla resim yapmış, Gazzeli çocuklarla Amerikalı çocuklar arasında mektup arkadaşlığı projesini hayata geçirmişti.
[2] Alıntılar için bkz. B. Ş. Fırat, ‘Türkiye’de Doksanlar: Devlet Şiddetinin Özgünlüğü ve Sürekliliği Üzerine Bir Deneme’, der. G. Çeğin ve İ. Şirin, Türkiye’de Siyasal Şiddetin Boyutları, İletişim 2014.